Peygamber Efendimizin Sahabeleri


Peygamber Efendimizin Sahabeleri

Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e yardım eden, On’unla beraber cenklere giden, ölüme atılan, O’nun sevgilileri, en çok sevdiği insanlardır. Allah’a ulaşmayı dilemeyi ve ruhun ölmeden evvel Allah’a ulaşmasını inkâr edenlere, “Sahâbe kimdir?” diye sorarsanız, size diyeceklerdir ki: “Peygamber Efendimiz (S.A.V)’i hayattayken görenlerdir.” Hayır, görenler değil, hayattayken Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e, tâbii olanlardır. Sahâbe, sadece Peygamber Efendimiz (S.A.V)’i görenler midir? O’nu putperestler de (puta tapanlar) gördüler. Ateşe tapanlar da, şeytana tapanlar da gördüler. Hıristiyanlar da gördüler, Yahudiler de. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’i görenler sahâbe midir? Hayır, sahâbe değildirler. 

Sahâbe kimdir? 

Hayattayken 12 tane ihsanla Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e tâbii olmak şerefine erenlerdir. 

Allahû Teâlâ Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: 

12/YÛSUF-108: 
Kul hâzihî sebîlî ed’û ilallâhi alâ basîretin ene ve menittebeanî, ve subhânallâhi ve mâ ene minel muşrikîn(muşrikîne). 
De ki: “Benim ve bana tâbii olanların, basiret üzere (kalp gözüyle basar ederek, Allah’ı görerek) Allah’a davet ettiğimiz yol, işte bu yoldur. Allah’ı tenzih ederim. Ve ben, müşriklerden değilim.” 

Peygamber Efendimiz (S.A.V): “Benim ve bana tâbii olanların, bizim hepimizin...” diyor. İşte Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e tâbii olanlar sahâbedir. Onlar da başlangıçta çok kötü durumdaydılar. Yol keserlerdi, kervan soyarlardı, fal oklarına bakarlardı. Allah’ın yasak ettiği fiilleri işlemekle kalmazlar daha da kötüsünü yaparak, kız çocuklarını küçücükken diri diri mezara gömerlerdi. Başlangıçta böyle olan insanlar, sonra Allah’ın güzelliklerine ulaştılar. 
Allahû Teâlâ onlar için diyor ki: “Allah’ın ipine sımsıkı tutunun ve fırkalara ayrılmayın. Siz bir ateş çukurunun kenarındaydınız da Allah sizi o ateş çukurundan kurtardı. Siz birbirinizin can düşmanıydınız, Allah kalplerinizi telif etti de sizi kardeşler kıldı.” İşte sahâbenin kısaca özeti budur. 

3/ÂLİ İMRÂN-103: 
Va’tasımû bihablillâhi cemîân ve lâ teferrekû, vezkurû ni’metallâhi aleykum iz kuntum a’dâen fe ellefe beyne kulûbikum fe asbahtum bi ni’metihî ihvânâ(ihvânen), ve kuntum alâ şefâ hufretin minen nâri fe enkazekum minhâ, kezâlike yubeyyinullâhu lekum âyâtihî leallekum tehtedûn(tehtedûne). 
Ve hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılın ve fırkalara ayrılmayın. Ve Allah’ın sizin üzerinizdeki ni’metini hatırlayın; hani o zaman siz birbirinize düşman idiniz. (Sonra Allah), kalplerinizi uzlaştırdı da O’nun bu ni’meti ile artık kardeşler oldunuz. Siz, ateşten bir çukurun tam kenarında bulunuyordunuz da (Allah), sizi ondan kurtardı. Allah, size ayetlerini böyle beyan ediyor ki; böylece hidayete eresiniz. 
Ne yapmış sahâbe? Sahâbe, Kur’ân-ı Kerim’in bütününe iman etmiştir. 
Allahû Teâlâ diyor ki: 3/ÂLİ İMRÂN-119: Hâ entum ulâi tuhıbbûnehum ve lâ yuhıbbûnekum ve tû’minûne bil kitâbi kullih(kullihi), ve izâ lekûkum kâlû âmennâ, ve izâ halev addû aleykumul enâmile minel gayz(gayzi), kul mûtû bi gayzikum, innallâhe alîmun bi zâtis sudûr(sudûri). (Ey mü’minler)! Siz öyle kimselersiniz ki; onlar, sizi sevmedikleri halde siz, onları seversiniz ve siz Kitabın bütününe iman edersiniz. Onlar, sizinle karşılaştıkları zaman: “İman ettik.” derler. Ama tenhada, kendi başlarına kaldıkları zaman size olan öfkelerinden (dolayı), parmak uçlarını ısırırlar. De ki: “Öfkenizle ölün.” Hiç şüphesiz Allah, sinelerde olanı bilir. Allahû Teâlâ diyor ki: “Ey sahâbe, onlar size karşı buğz ettikleri halde, size kötü davrandıkları halde, sizi işkenceye tâbii tuttukları ve sizi öldürdükleri halde siz gene de onlara karşı muhabbet beslersiniz. Çünkü siz Kur’ân’ın bütününe tâbii olursunuz.” Bunların hepsi olmuştur. Kur’ân-ı Kerim olayları birer birer almamış, “Size buğz ettikleri halde.” ifadesini kullanılmıştır. Geri kalanlar bizim işaretlerimizdir, sahâbeye hepsi yapılmıştır. Bütün sahâbe, Kur’ân’ın bütününe tâbii olmuşlardır. Öyleyse, Kur’ân’ın bütününe iman etmek ve öyle bir kalp yapısı içinde bulunmak ki; kötülüğe iyilikle mukabele etmek noktasında olmak söz konusudur. İşte onlar sahâbeydi, kötülüğe iyilikle mukabele ederlerdi. Sahâbe gerçekten o noktaya geldiler mi? Evet, geldiler. Sahâbe, resûl ve nebi olmayan, nübüvvete ve risalete seçilmemiş olan bütün insanların ulaşabilecekleri en üst mertebeye ulaştılar. İrşad makamının sahibi oldular. Ruhlarını da veçhlerini de nefslerini de iradelerini de Allah’a teslim ettiler. Onlar sahâbeydi. Allahû Teâlâ, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e teheccüd namazını farz kıldığı zaman; “Habibim, gece kalk da sadece sana has bir nafile namaz olmak üzere gecenin en az üçte birini, en çok üçte ikisini teheccüd namazı kılarak geçir.” diyor. 17/İSRÂ-79: Ve minel leyli fe tehecced bihî nâfileten lek(leke), asâ en yeb’aseke rabbuke makâmen mahmûdâ(mahmûden). Gecenin bir kısmında uyan ve sana özel nafile (ilâve) olarak On’unla (Kur’ân’la) teheccüd namazı kıl! Rabbinin seni Makam-ı Mahmut’a beas etmesi (ulaştırması) yakındır. Peygamber Efendimiz (S.A.V) o günden itibaren bunu yapmaya başlamıştır. Gecenin en az üçte birini teheccüd namazı kılarak geçirmiştir. Teheccüd namazı 11 rekâtlık bir namazdır. İki dört rekâttan, bir de üç rekâtten oluşan 11 rekâtlık bir namaz, nasıl olur da en az 4 saat hatta bazen 5-6 saat sürer? Çünkü bu namaz zikirle kılınan bir namazdır. Hafi zikirle, sessiz zikirle kılınan bir namaz çeşididir. Ayet okunduktan sonra, arkasından zikredilir. Bunun üzerine bütün sahâbe, Peygamber Efendimiz (S.A.V) ile beraber, gecenin üçte birinden fazlasını teheccüd namazını kılarak geçirmeye başlamışlardır. Ama Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in evi, hepsini almaya müsait değildir. Lambanın ya da mumun bahçeye akseden gölgesine bakarak, hepsi Peygamber Efendimiz (S.A.V)’le birlikte bahçede namazlarını kılmışlardır. Teheccüd namazını, On’unla beraber aynı standartlarda, gecenin en az üçte birini namazla geçirerek kılmışlardır. Ama bir süre sonra sahâbe bu işe dayanamamış ve Allahû Teâlâ da ayet indirmiştir. “Siz de O’na indirdiğimiz teheccüd namazını kıldınız ama vücutlarınız buna dayanmadı, sarardınız soldunuz. Bundan sonra teheccüd namazını kolayınıza geldiği gibi kılın.” buyurmuştur. Sahâbe dayanıklıydı ama Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e Allahû Teâlâ özel bir dayanıklılık vermişti. O’na vermiş olduğu görev gecenin üçte birini, hatta üçte ikisini teheccüd namazıyla geçirmekti. Sahâbe aynı şeyleri yapınca bir süre sonra yüzleri sararmaya başladı, rahatsızlıklar söz konusu oldu. Bunun üzerine Allahû Teâlâ bu ayet-i kerimeyi indirmiştir. 73/MUZEMMİL-20: İnne rabbeke ya'lemu enneke tekûmu ednâ min suluseyil leyli ve nısfehu ve sulusehu ve tâifetun minellezîne meak(meake), vallâhu yukaddirul leyle ven nehâr(nehâre), alime en len tuhsûhu fe tâbe aleykum, fakreû mâ teyessere minel kur'ân(kur’ânî), alime en seyekûnu minkum merdâ ve âharûne yadribûne fîl’ardı yebtegûne min fadlillâhi ve âharûne yukâtilûne fî sebîlillâhi fakreû mâ teyessere minhu ve ekîmus salâte ve âtûz zekâte ve akridullâhe kardan hasenâ(hasenen), ve mâ tukaddimû li enfusikum min hayrin tecidûhu indallâhi huve hayren ve a'zame ecrâ(ecren), vestagfirûllâh(vestağfirûllâhe), innellâhe gafûrun rahîm(rahîmun). Muhakkak ki Rabbin, senin ve seninle beraber olanlardan bir topluluğun, gecenin üçte ikisinden daha azında,(bazen) onun yarısında ve (bazen de) onun üçte birinde (Kur’an okumak, zikir yapmak, kânitin olmak, teheccüt namazı kılmak için,...) kalktığını biliyor. Ve geceyi ve gündüzü Allah takdir eder, onu sizin asla hesaplayamayacağınızı (gecenin zaman dilimlerini doğru tayin edemeyeceğinizi)bildi, bu sebeble sizin tövbenizi kabul etti. O halde Kur’an’dan size kolay geleni okuyun! Sizden bir kısmınızın hasta olacağını, diğerlerinin yeryüzünde, Allah’ın fazlından (rızık) isteyerek dolaşacaklarını ve diğer bir kısmının da Allah’ın yolunda savaşacaklarını bildi. Artık ondan (Kur’an’dan) size kolay geleni okuyun, namazı ikame edin, zekâtı verin ve Allah için güzel bir şekilde borç verin! Ve nefsiniz için hayır olarak ne takdim ederseniz, onu Allah’ın indinde daha hayırlı ve daha büyük bir ecir olarak bulursunuz. Ve Allah’a istiğfar edin (tövbe edip Allah’dan mağfiret dileyin)! Muhakkak ki Allah “Gafur”dur, “Rahîm” dir. 11 rekâtlık bir namaz kaç dakikada kılınır? 4 rekâtlık bir namazın 8 dakikada kılındığını kabul edelim, bir tane daha 4 rekât 16 dakika, bir de 3 rekât onu da 6 dakika düşünelim, 22 dakika. Ama geceyi 12 saat kabul ettiğimiz zaman üçte biri 4 saat olur. 8 saate kadar indiği bir noktayı düşünelim gene de bu süre 2,5 saatten aşağıda değildir. Gece 9 saat olsa, bu süre 3 saat olur. 3 saat ile 4 saat arasında kılınan bir namaz, normal standartlarda 22 dakikada kılınabilecek olan bir namazdır. Allahû Teâlâ sahâbe için bu namazı 3-3,5 saatten 22 dakikaya indirip, “Size kolaylıklar verdim.” diyor. Sahâbe ne yapıyor? Aynı şekilde Peygamber Efendimiz (S.A.V)’le beraber kılmaya devam ediyorlar. Bunun kolay bir şey olduğunu sanmayın. Biz 40 günlük erbain çıkarmıştık. 41. gün de perşembeye rastladığı için 41 günlük bir erbain olayı tahakkuk etmişti. Benimle beraber erbaine katılan kardeşlerimiz ve geceleri bize katılan diğer kardeşlerimizle beraber en az 3 saat süren bir namaz kılmak söz konusu oldu. Her gece, teheccüd namazını bu standartlar altında kıldık. Ellerimizin üzerinde değil, dirseklerimizin üzerinde olmamıza rağmen biz onların yaptığını başaramadık. Ve kardeşlerimiz çok yorgunluk hissetti. Dikkat edin sözlerimize. Secdelerimiz ellerimizin üzerinde değildi, dirseklerimizin üzerindeydi. Ona rağmen onların elleri üzerinde yaptığı secdeyi biz o 3 saatlik süre içerisinde dirseklerimizle başarmakta güçlük çektik. Onlar Allahû Teâlâ tarafından özellikle terbiye edilmiş bir toplumdu. Allahû Teâlâ sahâbe için şöyle buyurmaktadır: “Onlar size buğz ettiği halde siz onlara gene de muhabbet beslersiniz, onları seversiniz, onlara onların size davrandığı gibi, düşmanca davranmazsınız.” 58/MUCÂDELE-22: Lâ tecidu kavmen yu’minûne billâhi vel yevmil âhıri yuvâddûne men hâddallâhe ve resûlehu ve lev kânû âbâehum ev ebnâehum ev ihvânehum ev aşîretehum, ulâike ketebe fî kulûbihimul îmâne ve eyyedehum bi rûhin minhu, ve yudhıluhum cennâtin tecrî min tahtihel enhâru hâlidîne fîhâ, radıyallâhu anhum ve radû anhu, ulâike hızbullâh(hızbullâhi), e lâ inne hızballâhi humul muflihûn(muflihûne). Allah’a ve âhiret gününe (ölmeden önce Allah’a ulaşmaya) iman eden bir kavmi, Allah’a ve O’nun Resûl’üne karşı gelenlere muhabbet duyar bulamazsın. Ve onların babaları, oğulları, kardeşleri veya kendi aşiretleri olsa bile. İşte onlar ki, (Allah) onların kalplerinin içine imanı yazdı. Ve onları, Kendinden bir ruh ile destekledi (orada eğitilmiş olan, devrin imamının ruhu onların başlarının üzerine yerleşir). Ve onları, altından nehirler akan cennetlere dahil edecek. Onlar orada ebediyen kalacak olanlardır. Allah, onlardan razı oldu. Ve onlar da O’ndan (Allah’tan) razı oldular. İşte onlar, Allah’ın taraftarlarıdır. Gerçekten Allah’ın taraftarları, onlar, felâha erenler değil mi? “O sahâbeyi Allah’ın Resûl'üne karşı gelenlerle sevişir bulamazsınız. Onlar kendi kabilelerinden de olsa, akrabası da olsa, anne babaları da olsa, kardeşleri de olsa; peygamberimize kötü davrananlarla onları sevişir bulamazsın.” Dikkat edin! Kim Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e tâbii olmamışsa, o aileden biri ikisi mutlaka tâbii olanlardı. O zaman ailenin fertleri birbirlerine karşı ayrı cephelerdeydiler. Allahû Teâlâ burada çok özel bir durumdan bahsetmektedir. Sahâbe kendilerine karşı bir kötü davranış olduğunda ona mukabele etmezlerdi. Selâm verip geçerlerdi, tahammül ederlerdi ve onları gene sevmekte devam ederlerdi. Ama ne zaman ki, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e karşı bir saldırı, bir hakaret, bir kötü davranış biçimi olursa, o zaman sahâbe onların karşısındaydı ve çok sert müdahalelerde bulunurlardı. Nitekim bunun en tabii olanı savaştır. Bütün sahâbe kendi akrabalarına karşı savaş verdiler ve galip geldiler. Sahâbe öyle insanlardı ki; kendisinden başka olan sahâbe, o sahâbe için kendisinden üstündü. Öyle kabul ederlerdi. Kendilerini başkalarından öne geçirmezlerdi. Başkalarını kendilerinden öne geçirirlerdi. Başkalarını, diğer sahâbeyi daima kendilerinden daha değerli tutarlardı. Savaştan sonra şehit olmak üzere olanlar arasında Hazreti Ömer, elindeki su kabıyla dolaşır ve bir sahâbe: “Ya Ömer su!” der. Artık şehit olmak üzeredir. Hemen Hazreti Ömer, koşup suyu uzatır. Tam o sahâbe suyu alırken başka bir sahâbe seslenir: “Ya Ömer su!” der. Birinci sahâbe: “ Ya Ömer, onun benden daha fazla o suya ihtiyacı var, o suyu ona götür!” der. Hazreti Ömer bunu şehit olmak üzere olan bir sahâbenin vasiyeti olarak değerlendirir ve derhal ikinciye koşar. İkinciye matarayı ulaştırdığı zaman, bir üçüncü sahâbe: “Ya Ömer su!” der. İkinci sahâbe de der ki: “Ya Ömer, onun benden daha fazla ihtiyacı var. Suyu ona götür!” Hazreti Ömer bunu da emir telâkki eder ve üçüncü sahâbeye matarayı uzatır. Üçüncü sahâbe, o suyu içemeden şehit olur. Diğerleri zaten şehit olmuşlardır. Hazreti Ömer suyu yetiştireyim diye ikinciye koşar, o da şehit olmuştur. Birinciye koşar, o da şehit olmuştur. Sahâbenin başkalarını kendilerinden ne kadar önde tuttuklarını anlıyor musunuz? Onlar sahâbeydi. Sahâbenin en belirgin özellikleri Kur’ân’ı yaşamalarıdır. O belirgin özellikleri sebebiyle çağımızın dini yaşadıklarını zanneden kesiminden bütün boyutlarıyla farklı bir ortamda yaşadılar. Farklı insanlar oldular, üstün insanlar oldular. Çünkü onlar Allah’ın yaşamamızı emrettiği Kur’ân-ı Kerim’deki 7 safhayı da, İslâm’ın 7 safhasını da yaşadılar. Kâinatın tek dininin, daha evvel bütün peygamberler zamanında yaşanan 7 safhasını yaşadılar. Bütün sahâbe Allah’a ulaşmayı dilediler mi? 1. safha. Evet, bütün sahâbe Allah’a ulaşmayı dilediler. Taguta kul olmaktan kurtuldular ve Allah’a kul oldular. Allahû Teâlâ bütün sahâbenin İslâm’ın 1. safhasını yaşadığını kesinleştirmektedir. 39/ZUMER-17: Vellezînectenebût tâgûte en ya’budûhâ ve enâbû ilâllâhi lehumul buşrâ, fe beşşir ıbâd(ıbâdi). Ve onlar ki; taguta (insan ve cin şeytanlara) kul olmaktan içtinap ettiler (kaçındılar, kendilerini kurtardılar). Çünkü Allah’a yöneldiler (Allah’a ulaşmayı dilediler). Onlara müjdeler vardır. Öyleyse kullarımı müjdele! Sahâbe kendilerini taguta kul olmaktan kurtardılar, nasıl? Allah’a ulaşmayı dileyerek, Allah’a yönelerek. Allah’a ulaşmayı dileyerek. Allahû Teâlâ: “Onlar Allah’a yöneldiler, Allah’a ulaşmayı dilediler ve taguta kul olmaktan kendilerini kurtardılar. Onlara müjdeler vardır. Kullarımı müjdele.” diyor. Ne müjdesi? Hem cennet müjdesi hem de dünya müjdesi. Onun için “müjde” demiyor, “müjdeler” diyor. Neden? Çünkü Allahû Teâlâ’nın sözü var. Kim Allah’a ulaşmayı dilerse Allah’a yönelirse, Allahû Teâlâ o kişiyi mutlaka Kendi Zat’ına ulaştıracaktır. Kendi Zat’ına ulaştırdığı zaman o kişi 3. kat cennetin sahibidir ve dünya saadetinin de yarısına sahiptir. Nefsinin kalbindeki afetlerden yarısı yok olur, temizlenmiş olur. İşte o zaman Allahû Teâlâ’nın dizaynı apaçık bir hüviyette ortaya çıkmaktadır. Bu muhtevada kesin bir olguyla karşı karşıyayız. Bütün sahâbe şeytana kul olmaktan kurtulmuşlar ve Allah’a kul olmuşlardır. Allahû Teâlâ, Allah’a ulaşmayı dileyen herkes için 22. basamağa kadar olan kesimi garanti etmiştir. 42/ŞÛRÂ-13: Şerea lekum mined dîni mâ vassâ bihî nûhan vellezî evhaynâ ileyke ve mâ vassaynâ bihî ibrâhîme ve mûsâ ve îsâ, en ekîmûd dîne ve lâ teteferrekû fîh(fîhi), kebure alel muşrikîne mâ ted’ûhum ileyh(ileyhi), allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb(yunîbu). (Allah) dinde, onunla Hz. Nuh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) şeyi (şeriati); “Dini ikame edin (ayakta, hayatta tutun) ve onda (dinde) fırkalara ayrılmayın.” diye Hz. İbrâhîm’e, Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya vasiyet ettiğimiz şeyi sana da vahy ederek, size de şeriat kıldı. Senin onları, kendisine çağırdığın şey (Allah’a ulaşmayı dileme) müşriklere zor geldi. Allah, dilediğini Kendisine seçer ve O’na yöneleni, Kendisine ulaştırır (ruhunu hayatta iken Kendisine ulaştırır). “Allah dilediğini Kendisine seçer ve dilediklerinden kim Allah’a ulaşmayı dilerse, Allah’a yönelirse Allah onları mutlaka Kendisine ulaştırır.” Allahû Teâlâ, Allah’a ulaşmayı dileyen kişiyi mutlaka Kendisine ulaştıracağı için orada müjdeyi vermektedir; dünya ve cennet müjdesi. Allahû Teâlâ bir başka ayet-i kerimeyle de bu hususu kesinleştirmiştir. 10/YÛNUS-62: E lâ inne evlîyâ allâhi lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn(yahzenûne). Muhakkak ki Allah’ın evliyasına (dostlarına), korku yoktur. Onlar, mahzun da olmazlar, öyle değil mi? 10/YÛNUS-63: Ellezîne âmenû ve kânû yettekûn(yettekûne). Onlar, âmenûdurlar (ölmeden evvel Allah’a ulaşmayı dileyenlerdir) ve takva sahibi olmuşlardır. İşte bu iki grup ayet-i kerime birbirini tamamlamaktadır. Müjdenin hem cennet müjdesi hem dünya müjdesi olduğu burada kesinleşmektedir. Madde1: Bütün sahâbe Allah’a ulaşmayı dilemişlerdir. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e tâbii olan bütün sahâbenin, tâbii olmadan evvel ilk yaptıkları şey, Allah’a yönelmek, Allah’a ulaşmayı dilemek olmuştur. Allah’a ulaşmayı dilemeyen, küfürdedir, dalâlettedir, mutlaka cehenneme gidecektir, hüsrandadır. Allah’ın ayetlerinden gafildir, vs, vs... Bütün sahâbe Allah’a ulaşmayı dilemekle, bu belâların hepsinden birden kendilerini kurtardılar. Zamanımızda artık Allah’a ulaşmayı dilemek diye öğretim sisteminin içinde bir kavram mevcut değildir. Allah’a yönelmek, Allah’a ulaşmayı dilemek, âmenû olmak, mü’min olmak olarak adlandırılmaktadır. Bugün mü’min olmanın ne olduğu bilinmiyor. “Allah’a inanan mü’mindir.” inancı bütün dünyayı sarmış durumdadır. Ancak bu insan, kurtuluşa ulaşacak olan hak mü’min değildir. Bir insan Allah’a ulaşmayı dilemeden hak mü’min olamaz. Allah’a ulaşmayı dileyen sahâbe, İslâm’ın 2. safhasına ulaştılar. 2. safhada ne vardır? İrşad makamına ulaşıp, ihsanla tâbiiyet. Bütün sahâbe Allahû Teâlâ’dan 12 tane ihsan alarak Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed Mustafa (S.A.V)’e teslim oldular, tâbii oldular. Allahû Teâlâ diyor ki: 48/FETİH-10: İnnellezîne yubâyiûneke innemâ yubâyiûnallâh(yubâyiûnallâhe), yedullâhi fevka eydîhim, fe men nekese fe innemâ yenkusu alâ nefsih(nefsihî), ve men evfâ bi mâ âhede aleyhullâhe fe se yu’tîhi ecren azîmâ(azîmen). Muhakkak ki onlar, sana tâbii oldukları zaman Allah’a tâbii olurlar. Onların ellerinin üzerinde (Allah senin bütün vücudunda tecelli ettiği için ellerinde de tecelli etmiş olduğundan) Allah’ın eli vardır. Bundan sonra kim (ahdini) bozarsa, o taktirde sadece kendi nefsi aleyhine bozar (Allah’a verdiği yeminleri, ahdleri yerine getirmediği için derecesini nakısa düşürür). Ve kim de Allah’a olan ahdlerine vefa ederse (yeminini, misakini ve ahdini yerine getirirse), o zaman ona en büyük mükâfat (ecir) verilecektir (cennet saadetine ve dünya saadetine erdirilecektir). “Habibim Sana tâbii olmak Allah’a tâbii olmaktır. Sana tâbii oldukları zaman onların ellerinin üzerinde Allah’ın eli vardı.” Allah her an Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in bütün vücuduna tecelli etmekteydi. Elbette tecelli elini de kaplıyordu ve Allah’ın tecellisi elbette el şeklindeydi. Öyleyse bütün sahâbe 14. basamağa ulaşıp Fetih Suresinin 10. ayet-i kerimesi gereğince tâbiiyetlerini gerçekleştirdiler. Her konuya itiraz eden sevgili din alimlerimiz, buna itiraz edemiyorlar. Çünkü tâbiiyet gerçekleşmiş ama diyorlar ki: “O peygamberdi. O’na tâbii olundu. Bu son tâbiiyetti. Ondan sonra bir defa daha tâbii olunmaz.” İblis, insanları Allah’ın hedeflerinden saptırabilmek için hep vasıta olarak insanları kullanır, gene kullanmaktadır. Sözlerimize dikkat edin. Biz: “Allah’a ulaşmayı dileyin!” diyoruz, farzları sıralıyoruz. “Allah’a ruhunuzu ulaştırın!” diyoruz, farzları sıralıyoruz. Yetmez, şimdi sahâbe söz konusu. Kur’ân-ı Kerim’de sahâbenin hepsinin, Kur’ân’ın temel hükümlerinin hepsini eda ettiğini, yerine getirdiğini, İslâm’ın 7 safhasını da yaşadıklarını ve irşada ulaştıklarını görüyoruz. Bütün sahâbe 2. safhayı da yaşamışlar, tâbiiyetlerini gerçekleştirmişlerdir. Sonra, sahâbenin ruhlarını da Allah’a ulaştırdıklarını görüyoruz. Allahû Teâlâ bu konuda şöyle buyurmaktadır: 39/ZUMER-18: Ellezîne yestemiûnel kavle fe yettebiûne ahseneh(ahsenehu), ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike hum ulûl elbâb(elbâbi). Onlar, sözü işitirler, böylece onun ahsen olanına tâbii olurlar. İşte onlar, Allah’ın hidayete erdirdikleridir. Ve işte onlar; onlar ulûl’elbabtır (daimî zikrin sahipleri). “Onlar sözü dinlerler ve sözün ahsen olanına tâbii olurlar.” Hem Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed Mustafa (S.A.V)’in söylediklerine tâbii olurlar. Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed Mustafa (S.A.V)’in söyledikleri, sözün ahsen olanıdır. Kur’ân-ı Kerim ayetleri de sözün ahsen olanıdır. Hem de O’na tâbii olurlar. Ve bütün sahâbe hidayete ermişlerdir. Allahû Teâlâ hidayet konusunda şöyle buyurmaktadır: 3/ÂLİ İMRÂN-73: Ve lâ tu’minû illâ li men tebia dînekum, kul innel hudâ hudallâhi en yu’tâ ehadun misle mâ ûtîtum ev yuhâccûkum inde rabbikum, kul innel fadla bi yedillâh(yedillâhi), yu’tîhi men yeşâ’(yeşâu), vallâhu vâsiun alîm(alîmun). Ve sizin dininize tâbii olandan başka kimseye inanmayın. (Habibim) de ki: “Hiç şüphesiz HİDAYET, Allah’ın (Kendisine) ulaştırmasıdır. (İnsan ruhunun ölümden evvel Allah’a ulaşmasıdır.) Size verilenin bir benzerinin başka birine verilmesi (sebebiyle mi) veya Rabbinizin katında (sizlerle) tartışacakları için mi (böyle söylüyorsunuz)?” De ki: “Hiç şüphesiz fazl, Allah’ın elindedir. Onu dilediğine verir.” Ve Allah, Vâsi’un Alim’dir. (Allah her şeyi kuşatan ve her şeyi bilendir.) “Muhakkak ki hidayet, Allah’a ulaşmaktır.” 2/BAKARA-120: Ve len terdâ ankel yahûdu ve len nasârâ hattâ tettebia milletehum kul inne hudâllâhi huvel hudâ ve leinitteba’te ehvâehum ba’dellezî câeke minel ilmi, mâ leke minallâhi min veliyyin ve lâ nasîr(nasîrin). Sen onların dinine tâbii olmadıkça (uymadıkça) ne Yahudiler ve ne de Hıristiyanlar senden (asla) razı olmazlar. De ki: “Muhakkak ki Allah’a ulaşmak (var ya) işte o, hidayettir.” Sana gelen bunca ilimden sonra eğer onların hevalarına uyarsan and olsun ki; Allah’tan sana ne bir dost ve ne de bir yardımcı olur. “Muhakkak ki, Allah’a ulaşmak işte o hidayettir.” Bütün sahâbe hidayete ermişlerdir. Zumer-18 bunu kesinleştirmektedir. Yeter mi? Hayır. Aynı hidayeti Kur’ân-ı Kerim’de bir başka ayet-i kerimede de görüyoruz. Çünkü bütün sahâbe 21. basamakta ruhlarını Allah’a ulaştırmışlar ve 22. basamakta ruhları Allah’a teslim olmuş, hepsi hidayete ermişlerdir. Sonra bütün sahâbe fizik vücutlarını da Allah’a teslim etmişlerdir. Bütün sahâbe Allah’a ulaşmayı dilemişler, tâbiiyetlerini gerçekleştirmişler. Bunlar İslâm’ın 1. ve 2. safhalarıdır. Ruhlarını Allah’a ulaştırmışlar, hidayete ermişlerdir; bu nokta İslâm’ın 3. safhasıdır. Fizik vücutlarını da Allah’a teslim etmişlerdir; bu nokta İslâm’ın 4. safhasıdır. Allahû Teâlâ buyuruyor ki: 3/ÂLİ İMRÂN-20: Fe in hâccûke fe kul eslemtu vechiye lillâhi ve menittebean(menittebeani), ve kul lillezîne ûtûl kitâbe vel ummiyyîne e eslemtum, fe in eslemû fe kadihtedev, ve in tevellev fe innemâ aleykel belâg(belâgu), vallâhu basîrun bil ibâd(ibâdi). Eğer seninle tartışmaya kalkarlarsa, o zaman de ki: “Ben ve bana tâbii olanlar veçhimizi (fizik vücudumuzu) Allah’a teslim ettik.” O kitap verilenlere ve Ümmî’lere de ki: “Siz de (fizik vücudunuzu Allah’a) teslim ettiniz mi?” Eğer teslim ettilerse o zaman (onlar) and olsun ki; hidayete ermişlerdir. Eğer yüz çevirirlerse, o zaman sana düşen (görev) ancak tebliğdir. Allah kullarını BASÎR’dir (görendir). Kimdir sahâbe? Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e tâbii olanlardır. Allahû Teâlâ bu ayette buyuruyor ki: “Ben (Peygamber Efendimiz (S. A.V) ve Bana tâbii olanlar, biz hepimiz, veçhimizi, fizik vücudumuzu Allah’a teslim ettik. Sor bakalım o ümmîlere ve kitap sahiplerine, Onların arasında da Allah’a teslim olanlar var mı? Varsa onlar mutlaka daha evvel hidayete ermişlerdir.” Sahâbe bu ayete göre fizik vücudunu Allah’a teslim etmiştir. Ali İmran Suresinin 20. ayet-i kerimesi, sahâbenin ruhlarını daha evvel Allah’a ulaştırıp Allah’a teslim ettiklerini de bir kere daha ispat ifade etmektedir. İslâm’ın 4. safhası, 25. basamakta yaşanır. 26. basamakta nefs teslimi gerçekleşir. Bu daimî zikre ulaşmakla gerçekleşir. Daimî zikre ulaşmadıkça hiç kimse nefsini Allah’a teslim edemez ve hikmet sahibi olamaz. Bütün sahâbe hikmet sahibi olmuş ve nefsini Allah’a teslim etmiştir. Hepsi daimî zikre ulaşmışlardır. Allahû Teâlâ buyuruyor ki: 39/ZUMER-18: Ellezîne yestemiûnel kavle fe yettebiûne ahseneh(ahsenehu), ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike hum ulûl elbâb(elbâbi). Onlar, sözü işitirler, böylece onun ahsen olanına tâbii olurlar. İşte onlar, Allah’ın hidayete erdirdikleridir. Ve işte onlar; onlar ulûl’elbabtır (daimi zikrin sahipleri). Zumer Suresinin 18. ayet-i kerimesi sahâbenin ulûl’elbab olduğunu kesinleştirmektedir. Hepsi ulûl’elbab olmuşlardır. Peki, ulûl’elbab kimdir? Allahû Teâlâ bunun cevabını şöyle vermektedir: 3/ÂLİ İMRÂN-190: İnne fî halkıs semâvâti vel ardı vahtilâfil leyli ven nehâri le âyâtin li ulîl elbâb(ulîl elbâbı). Hiç şüphesiz; göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, elbette ulûl’elbab için nice deliller vardır. 3/ÂLİ İMRÂN-191: Ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim ve yetefekkerûne fî halkıs semâvâti vel ard(ardı), rabbenâ mâ halakte hâzâ bâtılâ(bâtılan), subhâneke fekınâ azâben nâr(nârı). O (Ulûl’elbab) ki; (lübblerin, Allah’ın sır hazinelerinin sahipleri), onlar ayakta iken, otururken ve yan üstü yatarken (hep) Allah’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler. (Ve derler ki): “Ey Rabbimiz! Sen, bunları bâtıl olarak (boşuna) yaratmadın. Seni tesbih (tenzih) ederiz. Bizi, ateşin azabından koru.” Allahû Teâlâ niçin yan üstü yatmayı öneriyor acaba? Genel yatış tarzı, kıbleyi sağa almaktır. Sağınıza dönerek yattığınız zaman, yastığınızın üzerine kulağınız gelecektir. Birazcık sağa sola kulağınızı kımıldattığınızda, basınç sebebiyle kulağınızda kalbinizin atışlarını hissetmeye başlarsınız. Kalbinizin her çift atışında dilinizi kımıldatmadan, ses de çıkarmadan, içinizdeki sesle zikre başlayarak uyumalısınız. Bu mutlaka sağa dönerek yatmanızı ifade eder. Yatağın şekline göre bu olay çok önemli olmayabilir. Ama Allahû Teâlâ’nın emri yan dönerek yatmanızdır. Yan dönerek yattığınızda, kulağınızda o kalp atışlarınızın ritmini duyarsınız. Ve uyumadan evvel bu ritme uygun bir şekilde çift heceyle, dilinizi kımıldatmadan, sesinizi de çıkarmadan “Allah” kelimesini tekrar edeceksiniz. Allahû Teâlâ sahâbenin onu yapması için, “Yan üstü yatarken Allah’ı zikredin.” buyurmaktadır. Öyleyse ayaktayken de otururken de yan üstü yatarken de hep Allah’ı zikredenler, ulûl’elbab olanlardır. Bütün sahâbe ulûl’elbab olmuşlar, yani hikmete ulaşmışlar, nefslerini de Allah’a teslim etmişlerdir. Burası 26. basamaktır. Sonra 27. basakta irşada ulaşmışlardır. Allahû Teâlâ diyor ki: 49/HUCURÂT-7: Va’lemû enne fîkum resûlallâh(resûlallâhi), lev yutîukum fî kesîrin minel emri le anittum ve lâkinnallâhe habbebe ileykumul îmâne ve zeyyenehu fî kulûbikum ve kerrehe ileykumul kufre vel fusûka vel isyân(isyâne), ulâike humur râşidûn(râşidûne). Ve aranızda Allah’ın Resûlü olduğunu biliniz. Eğer işlerin çoğunda size itaat etseydi, mutlaka sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah, size imanı sevdirdi ve onu kalplerinizde müzeyyen kıldı. Küfrü, fıskı ve isyanı size kerih gösterdi. İşte onlar, onlar irşad olanlardır. Bütün sahâbe İslâm’ın 6. kademesini de gerçekleştirmişlerdir. Sonra iradelerini de Allah’a teslim ederek irşad makamına tayin olmuşlar, Allah’ın Zat’ını da görmüşlerdir. Burası 28. basamağın 4. kademesini ifade eder. İster ensar olsun ister muhacirin; bütün sahâbe, hepsi irşad makamının sahipleriydi. Allahû Teâlâ, Al-i İmran Suresinin 110. ayet-i kerimesinde: “Siz marufla emreden münkerden nehy eden bir toplum oldunuz artık.” buyurmaktadır. 3/ÂLİ İMRÂN-110: Kuntum hayra ummetin uhricet lin nâsi te’murûne bil ma’rûfi ve tenhevne anil munkeri ve tu’minûne billâh(billâhi), ve lev âmene ehlul kitâbi le kâne hayran lehum, minhumul mu’minûne ve ekseruhumul fâsikûn(fâsikûne). Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz. Ma’ruf ile emreder, münkerden (kötülükten) alıkoyarsınız (nefslerindeki kötü afetlerden kurtulmalarına yardım edersiniz). Allah’a iman edersiniz. Eğer kitap ehli de iman etmiş olsaydı kendileri için elbette hayırlı olurdu. Onlardan mü’min olanlar da var ama onların çoğu fasıklardır. Bütün sahâbe irşad makamının sahibi olmuşlardır. O kadar mı? Daha kesin bir delil var. Allahû Teâlâ şöyle buyurmaktadır: 9/TEVBE-100: Ves sâbikûnel evvelûne minel muhâcirîne vel ensâri vellezînettebeûhum bi ıhsânin radıyallâhu anhum ve radû anhu ve eadde lehum cennâtin tecrî tahtehel enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden), zâlikel fevzul azîm(azîmu). O sabikûn-el evvelîn (evvelki hayırlarda yarışanlardan salâh makamında iradesini Allah'a teslim ederek irşada memur ve mezun kılınanlar): Onların bir kısmı muhacirinden (Mekke'den Medine'ye göç edenlerden) bir kısmı ensardan (Medine'deki yardımcılardan) ve bir kısmı da onlara (ensar ve muhacirine) ihsanla tâbii olanlardandı. (Sahâbe irşad makamına sahip oldukları için onlara tâbii olundu). Allah, onlardan razı ve onlar da O'ndan (Allah'tan) razıdır. Onlara Allah, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı ve orada ebediyen kalacaklardır. İşte bu, en büyük (azim) mükâfattır. Ensar ve muhacirinin hepsine tâbii olunduğu, bu ayet-i kerimeyle kesinlik kazanmaktadır. Bütün sahâbenin irşad makamına tayin olduğunun kesin delili “azîm” kelimesidir. Allahû Teâlâ’nın vücuda getirdiği ayetlerin hepsinde sahâbeyi görüyoruz. Sahâbeye tâbii olup da tabiin olarak irşad makamına ulaşanlar, tabiinden de tebei tabiini irşad etmek üzere, irşad makamına çok insan ulaşmıştır. Tebei tabiin de kendisinden sonra gelen tâbii olanları irşad etmişlerdir. İrşad müessesesi bugüne kadar gelmiştir. Bugün biz onun temsilcisiyiz. Allahû Teâlâ tarafından bu göreve biz tayin edildik. Bundan 14 asır evvel bütün sahâbe, bihakkın takvaya, hakka tukatihi takvaya ulaşmışlar, iradelerini de Allah’a teslim etmişlerdir. İslâm’ın 7. ve son safhasına gelmişler, “İrşada memur ve mezun kılındın.” cümlesiyle Allahû Teâlâ tarafından irşad makamına getirilmişlerdir. Kıyâmete kadar irşad müessesesi devam edecektir. Öyleyse sahâbe ne yapmıştır? Sahâbe Allah’a ulaşmayı dilemiştir. Onun üzerine Allahû Teâlâ ne yapmıştır? Onlara 7 tane furkan vermiş, bütün günahlarını örtmüştür. Allah’a ulaşmayı diledikleri için bütün pozitif işlemler onların olmuştur. Allahû Teâlâ onları irşad makamına ulaştırabilecek olan hasletlerle mücehhez kılmış ve 12 tane ihsanla Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e ulaştırmıştır. 14. basamakta tâbii olmuşlar, sonra ruhları vücutlarından ayrılmış, nefslerindeki her %7 fazl birikimine paralel olarak, ruhları bir gök katı yükselmek suretiyle 7 tane gök katını aşmış, Allah’ın Zat’ına ulaşmış, Allah’ın Zat’ında yok olmuştur. 14. basamaktan 21. basamağa kadar bu olay cereyan eder. Her gök katı bir basamaktır. Emmare, Levvame, Mülhime, Mutmainne, Radiye, Mardiyye ve Tezkiye’ye müteallik nefs kademelerinde, her seferinde nefsin kalbindeki fazıllar %7 artmış, bütün sahâbe ruhlarını Allah’a ulaştırmışlardır. Ondan bir kademe ötede Allah’a ulaşan ruhlar Allah’ın Zat’ında yok olup, fenâfillah makamının sahibi olmuşlardır. Burası velâyetin 1. makamıdır. Sonra Allahû Teâlâ onlara taht ihsan etmiş, beka makamının sahibi olmuşlardır. Sonra zikirleri günün yarısını geçmiş, zühd makamının sahibi olmuşlardır. 25. basamakta %81 nur birikimiyle, nefslerinin kalbinde Allah’ın bütün emirlerini yerine getiren, yasak ettiği hiçbir fiili işlemeyen bir fizik vücut ortaya çıkmıştır. Bütün sahâbe fizik vücutlarını da Allah’a teslim etmişlerdir. Sonra daimî zikre ulaşmışlar ve hikmet sahibi olmuşlar, nefslerinin Allah’a teslim etmişlerdir. Daha sonra irşada ulaşmışlar, sonra da Allahû Teâlâ onları irşad makamına tayin etmiştir. Hepsi ayetlerle açık ve kesin olarak ortadadır. Şimdi sözlerime dikkat edin. 14 asır sonra bugün, İslâm öğretisi sahâbenin yaşadığı bu 7 tane İslâm safhasını artık tamamen unutmuş vaziyettedir. Hiçbir üniversitede, hiçbir öğretim müessesesinde, sahâbenin yaşadığı Allah’ın bu gerçekleri ve Kur’ân farzları artık insanlara öğretilmiyor, Allah’a ulaşmayı dilemek de farzdır, irşad makamına ulaşıp tâbii olmak da farzdır, ruhu Allah’a teslim etmek de farzdır, fizik vücudu Allah’a teslim etmek de farzdır, irşada ulaşmak da farzdır, iradeyi Allah’a teslim etmek de farzdır. Bütün sahâbe bu farzların hepsini yerine getirmişlerdir. Bugünkü üniversitelerdeki İslâmî öğretide, bu söylediklerimden hiçbirinin tatbikatını bulamazsınız. Allah’a ulaşmayı dilemekten başlayarak, İslâm’ın 7 safhası da 14 asırda iblisin yardımıyla yok edilmiştir. İnsanlar asırlardan beri kitaplar yazmışlardır. İblis, her sonra gelen kitaba yeni ilâvelerin yapılmasını sağlamış ve her nesilde yeniden yazılan kitaplar, eskilerin üzerine ilâve edilmek suretiyle, bütün insanlar Kur’ân’dan saptırılmıştır. İblis Kur’ân’ı unutturmuştur. İslâm’ın Allah’a ulaşmayı dilemek kesimi yok edilmek suretiyle, bütün insanların cennete ulaşması önlenmiştir. Çünkü Allah’a ulamayı dilemeyen hiç kimsenin Allah’ın cennetine girmesi mümkün değildir. Sonra İslâm’ın 7 safhası da yok edilmek suretiyle insanların dünya saadetine ulaşması da engellenmiştir. Cennet saadetine ulaşmasının engellenmesiyle İslâm’ın kolları kesilmiş, dünya saadetine ulaşmaları engellenerek İslâm’ın bacakları da kesilmiş ve İslâm kolsuz ve bacaksız bir bitkisel hayata itilmiştir. Sözlerimi dikkatle değerlendirin. Kur’ân-ı Kerim’i açın. Evvelâ her söylediğimizin orada mevcut olduğunu görün.
maide 35-Ey iman edenler, Allah'tan korkup-sakının ve
(sizi) O'na (yaklaştıracak) vesile arayın; O'nun yolunda 
cihad edin, umulur ki kurtuluşa erersiniz.

secde 24 Ve onların içinden, sabrettikleri zaman emrimizle 
doğru yola iletip-yönelten önderler kıldık; onlar bizim 
ayetlerimize kesin bilgiyle inanıyorlardı.
Share this video :

Yorum Gönder

 
Support : Creating Website | Johny Template | Mas Template
Copyright © 2011. Hak Yolumuz İslam - All Rights Reserved
Template Created by Creating Website Published by Mas Template
Proudly powered by Blogger